“Uygarlığın buğdaydan sonraki aşaması olarak tanımlanan üzüm; şiirin, sanatın, felsefenin ve yaşama keyfinin de vazgeçilmeziydi.”
Her geçen gün bir ikilem yaşanıyor; bir yanı hüzün ve umutsuzluk. Öteki yanı umut ve sevinç. Sarkacın iki yüzü. Aslında, Anadolu coğrafyasının binlerce yıldan beri var olan gerçeği bu değil; savaşta ve barışta… Yok saymaları bir anlık da olsa erteleyelim. Karabasan uykulardan pencerelerimizi açalım; ağaran gün, lacivertten akça pakça maviye dönüşen gökyüzü, bulutlar ve kuşlar bizi izliyor! Bir de 12 bin yıldan beri konup göçenlerin bizlere armağanı var: Görkemli uygarlıklar eşliğinde, şiiri, şarkısı, şölenleri, masalları, efsaneleri, resmetmeleri. Araladığım pencere belki bir kaçış aslında. Vahşi kentleşmeden kaçış… Geçtiğimiz günlerde Kayra’nın Elazığ “bağ bozumu”ndaydım. Mordan karalı maviye bürünmüş salkımlar ve uygarlıkların resmettikleri asma yaprağına gün düşmüştü… Kayra’nın “Tutkuyla bağlıyız,” söyleminin arkasında büyük bir geleneğin birikimi, doğaya, geçmişe, yerel dokuya, damak tadına bağlılıkları yatıyordu. Hitit çağından görkemli Cumhuriyete uzanan keyifli bir yolculuk bilinci… Üzüm ve şarabın büyük yolculuğu. Üstelik, bilimi, araştırmayı, geleneği, sanatı, damak tadını coşku ve ironi ile anlatan genç bir kuşak anlatıyordu tüm bunları. Cumhuriyetin kazanımları ve yörenin kendine özgü bilgeleri ile birlikte.
ASMANIN ÇEVRESİNDEKİ BÜYÜK KÜLTÜR
Kuşkusuz, 12 bin yıldan beri bu topraklardan gelip göçenler her ay ve yıl demeden doğadan beslendiler, şölenlerle toprağı, suları ve gökyüzünü kutsadılar. Hitit dönemine ait anıtsal bir yazıtı hatırladım bağları gezerken: 2008 yılında Kültür Bakanlığı ile Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde “Güzeli Arayış” sergisini gerçekleştirdiğimizde, usta işi bir Maraş mezar anıtını da (stel) sergilemiştik. 8. yüzyıl Hitit dönemine ait bir mezar anıtı… Bukleli sakalı ile şarap tüccarı Suhi’nin bir elinde üzüm salkımı vardı. Sol eli ise karısının omuzunda. Mağrur karısı ise, takıları, başında çiçekleri, yalın giysisi, ayak bileklerindeki halhal ve elinde bir buket tutarken sağ eli de Suhi’nin omuzundaydı. İşin en ilginç yanı, mezar taşının arkasındaki yazıt: “Ben ülkenin beyi Suhi’nin şerefli karısıyım. Her nerede kocamın adını şerefle anacaksanız beni de saygıyla şereflendireceksiniz.” Neden mi yaptım bu alıntıyı? Hitit toplumunda ve yasalara göre de kadın ve erkek eşitti!
Hititlilerde olduğu gibi Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’da çanak, çömlek, taş, ahşap, kumaş ve mimarlık ve sanat adına aklınıza ne geliyorsa her birine üzüm salkımı ve asma yaprakları işlenmişti. Görkemli İvriz taş kabartmasında da bir elinde üzüm salkımı, diğer elinde buğday başağı ile Anadolu’nun varlık nedeni resmedilmişti, bizlere miras. Tabii ki kutsal şölenlerde baş köşedeydi üzüm ve şarap. Tüm dünya dillerine çevirileri yapılmış 12. yüzyılın ünlü matematikçi, bilge şairi Hayyam’ı da unutmayalım. 5. Yüzyılda yapılmış üzüm salkımlı altın bir küpeyi de 15. yüzyılda ki Osmanlı tabağının tam ortasında mavi üzüm salkımları ile 18. yüzyıla ait altın bir küpenin parlayan yeşil üzüm salkımını da es geçmeyelim. Doğa hep hatırlatıyor: Uygarlık, çarpık kentleşme değil. Doğaya, doğanın ve geçmişin farkındalığı, saygınlığı da vazgeçilmezimiz. Elazığ’daki “Bağ bozumu” sonrası Hazar Gölü’ndeki dolunay ile yolculuğu sonlandırırken açtığımız pencereleri birer birer kapatıyoruz. Toprağın aydınlığı ve bereketine nazar değmesin diye!..